Öncelikle “Türkiye enflasyon tarihi”nde çift ve üç haneli rakamlar hep baskın gelmiş. Tek haneli enflasyon rakamları sadece bazı yıllarda kendini gösterebilmiş. Faizler de farklı değil! Bilindiği üzere 1965 yılında yüzde 5,8’lik tarihi en düşük tüketici enflasyonunu ve yine 1994 yılında yüzde 125,5’luk tarihi en yüksek tüketici enflasyonunu bizimle yaşdaş olanlarla birlikte yaşadık.
2000’den bu yana son 23 yıl içinde aslında 2000 öncesi uzun yılların inişli çıkışlı enflasyon özetini 10’ar yıl gibi kısa dönemler içerisinde gördük. 2001’de yüzde 68,5, ardından 2010’da yüzde 6,4, peşinden 2022 yılında yüzde 64,27’ler Türkiye’de fiyat istikrarındaki olumsuz çizgiyi göstermede oldukça iyi bir tablo. 2023 yılı da “enflasyon tarihi” açısından iç açıcı değil.
TÜFE üretici fiyatlarıyla birlikte sürekli yükselen bir grafik çiziyor. Temmuz’da yüzde 47,83’e çıkan enflasyonun bu yılsonu resmi tahmini yüzde 58. Ancak yükselen faizlere bakılırsa TÜFE’nin 2023 yılını yüzde 60’ların üzerinde kapatacağı gözleniyor.
GELİR DAĞILIMI SIKINTISI
Enflasyon ülkedeki gelir dağılımını bozuyor. Ne yazık ki “enflasyon tarihi” gelir erozyonlarının başlık olduğu sayfalarla dolu. Ücretli ve emekli kesimlerde gelir dağılımındaki bozukluk enflasyonun verdiği en büyük ekonomik kırılganlık. Tüketici fiyatlarının uçtuğu ve açlık sınırının 11 bin 658 lira olduğu bir yerde halkın büyük çoğunluğu 11 bin 500 lira olan asgari ücrete, ortalama 10 bin lira olan emeklilik maaşına mahkûm olmuş. Aylık yoksulluk sınırı olan 37 bin 974 lirayı ancak ender aileler görebiliyor. Ülkeler ekonomik olarak büyürken halka refahın yansıması lâzım. Fakat bizde büyümelerin tüketime ve enflasyona dayalı olması gelir dağılımını düzeltmiyor, dağıtıyor. Tarım, sanayi ve teknoloji başta üretimin ithalata dayalı yürümesi, ihracatın ithalat kaynaklı büyümesiyle oluşan yüksek dış ticaret açığı sürdürülebilir sağlıklı bir büyümeyi sağlayamıyor.
SÜREKLİ BORÇLANIYORUZ
Diğer taraftan finans kesiminin üretime harcayacağı kredileri tüketiciler lehine kullanması ve tüketimi körüklemesi halkla birlikte bankaların borçlarını da yükseltiyor. Tüketicinin desteklenmesi belki yurtiçi üretime katkı veriyor fakat üretim ithalat menşeli olduğundan büyümeler sağlıksız gelişiyor, cari dengeyi kurtaramıyor. Tabii ki en büyük ithal kalemimiz ve yumuşak karnımız yıllardan beri enerji! Rakamlar ortada… Önümüzdeki bir yıl içinde Türkiye’nin ödemesi gereken 207,3 milyar dolarlık kısa vadeli bir dış borç stoku var. Bunun üzerine bir de 60 milyar dolarlık cari açığın finansmanını eklediğinizde toplam 267,3 milyar doları bu yıl mutlaka bulmak gerekiyor, ama nereden?
GÜVENİMİZ TAM AMA…
Faizler arttırıldığı halde enflasyonda esneme yok… Kısa vadeli kur ve portföy oyunlarıyla az-çok döviz sağlansa da borçlanmalar artıyor… Gelir dengesi bozulmaya devam ediyor… Ne kadar büyüme o kadar enflasyon… Ne kadar büyüme o kadar borçlanma… Büyümelere rağmen istihdam sıkıntıları… Bir de düşünülmesi gereken kamu maliyesi… Ülkemize güvenimiz tam… Ancak turizm gelirleri, ihracat, bankaların sendikasyonları, yurtdışı müteahhitlik hizmetleri, gelen doğrudan yatırımlar, ithalatı kısma ve tüm ekonomik aktörlerin beklediği yapısal reformlarla kısa vadeli borç stokunu çevirebilecek miyiz, hep birlikte göreceğiz.
OVP’DE KONSENSÜS ŞART
Bu ay hükümet tarafından açıklanması beklenen yeni Orta Vadeli Program (OVP) ekonomi ve iş dünyası için oldukça önemli. Sanki yeni OVP; ekonomi, iş dünyası ve siyasi iradeyle bir konsensüsü gerektiriyor. Çünkü öncelikle temas ettiğimiz konuların net olarak açıklanması piyasayı psikolojik olarak dalgalanmalara karşı hazır tutabilir. OVP, tereddüt bırakmayacak nitelikte olursa öngörülebilirlik ve belirsizlikten söz edilemez… Böylece ekonomide olumsuz etkenlere karşı koruma duvarı oluşabilir. Bunun da sıkılaştırmanın sone ereceği dengeli kur, düşük faiz ve tek haneli enflasyon şartlarına dönüş yolunda moral ve motivasyon için çok mühim olduğunu söylemek istiyorum.