İki gündür önce cari denge açığımızın sıkı maliye politikası ve sıkı para politikası önlemlerine rağmen çok yavaş toparlanmasından hareket ederek ve ülkenin tasarruf düzeyinin de yüzde 12 civarında bir düzeye düşmesini gündeme getirerek  ek adım atılması gerektiğini vurguladık.

Ülkemizin birçok önemli sorunu var ama ekonomik çerçeve, sosyal çerçeve anlaşılmadan değiştirilemez. Onun için bugün sosyal çerçeveye yarın ise ekonomiye dair konuşacağız. Ama aslında tabii ikisi birbirinin içinde.   Türkiye 1950 sonrasında önemli ölçüde göç yaşadı. 1950'de yüzde 15 oranında olan kentsel nüfus 2011'de yüzde 75'e  geldi. Bu kabaca 50 milyon kişinin 50 yılda kırdan kente göçü ve yaşamlarının tamamen değişmesi demek. Bu ortamda kadınlar yavaş yavaş da olsa ev yerine piyasada çalışan işgücü arasına girerken (daha çok mesafe almamız gerekli), çocuk sayısı da kuşaktan kuşağa azalıyor (burada da mesafe almalıyız, kentte beş çocuk yetiştirilemez ve eğitilemez).  Ancak çocukların eğitimi artarken, diğer yandan da genç nüfus işsizliği, öğretilmeyen beceri olgusu ile artıyor. 'Ne iş olursa yaparım' sözü üzücüdür ki ortadan kalkamıyor. Diğer taraftan orta yaş insanlarda da ekonomide kemer sıkılırken yetişkin işsizliği artıyor, bu da ailelerin huzurunu bozan, evlilikleri hırpalayan bir şey. Kentte ise tüketim talepleri hızla artıyor. Bu vurgulanan sorunların hepsinde çözüm  eğitimde, ama nasıl bir eğitim, bunu da tartışmamız gerekli.

Sonuçta, bugün artık ülkemizin klasik yaklaşımı olan ve popülizm ile flört eden 'devlet yapsın' sözü geçerli değildir. Artık tüketimde özel tarafın payı yüzde 70, kamunun payı yüzde 10. Yatırım/milli gelir oranında kamunun payı yüzde 4-5 arası, özel tarafın payı ise yüzde 15- 20 arasında dalgalanıyor. Ama yatırım her yıl yüzde 20 oranının üzerinde gerçekleşirken iç tasarrufumuzun oranı düşerek, yüzde 12 düzeyine vardı. Bu iki rakam arasındaki farkın ekonomide adı cari açıktır. Cari açık da yüzde 10 oranına tırmandı ve politika önlemlerine rağmen yavaş düşüyor. Sonuçta bir gün ya yatırımı ve büyümeyi kısacağız, ya nihayet tasarruf etmeye başlayacağız, ya da bir çöküş yaşarız.

Böyle bir sosyal ve ekonomik yapıda, klasik düşünce tarzımız değiştirmeliyiz. Artık başkasına veya devlete bağımlı vatandaş varsayımından, 'baba devlet' yaklaşımından, 'insan kendi yaşamını kendisi yönetebilir, rasyonel karar verebilir' varsayımına geçmek zorundayız. Devlet ekonomide altyapıdan, regülasyon ve denetimden, kısmen sağlıktan ve sosyal güvenlikten sorumlu olmalı. İnsan ve şirketler ise kendi kendilerini yönetmeli. Oysa biz futbol gibi bir oyun ortamında bile popülizmin zirvesine çıkıp, devletin parmağını sokmasını ve kurtarma operasyonu yapmasını bekliyoruz.


yazının devamı için tıklayınız...