“Bu dünyadan göçtükten sonra Türk halkında bir anım kalacak” diyen Dilek Tuncu o fotoğrafın hikâyesini bakın nasıl anlatıyor...

Çocukluğu aile sağlığı merkezlerinde ve hastane koridorlarında geçen biri olarak “Sus işareti yapan hemşire” Dilek Tunca bana küçüklüğümü, çocukluğumu hatırlatır. Aile sağlığı merkezinde ve hastane koridorlarında annemle birlikte doktorumun odadan ismimi söylemesini, sıramızın gelmesini beklerken koşturup gürültü yapmamı engellerdi Dilek Tunca’nın verdiği o poz. Annemin fotoğrafı işaret edip “Sessiz olmazsan o fotoğraftaki hemşire gelir sana iğne yapar” sözleri canlanır zihnimde. Hastane, sağlık ocağı ya da ağız-diş sağlığı merkezi hangisine giderseniz gidin içeri girdikten sonra sizi parmağıyla “Sus” işareti yapan bir hemşire karşılardı. Büyüdüğümde o “Sus işareti yapan hemşire” Dilek Tunca’nın aslında hemşire olmadığını bir fotomodel olduğunu öğrendiğimde doğrusu epey şaşırmıştım. Çünkü çocukluğumda pek çok kişi gibi ben de onu hastanede çalışan bir hemşire sanıyordum. Hepimizin çocuk hafızasında derin anısını olan bu fotoğrafın hikayesini merak ettim. Bir dönem fotomodellik yapan Dilek Tunca’nın bu ünlü pozu İstanbul’da 1976 yılında gerçekleşen çekimler sonrası ülkenin dört bir köşesindeki duvarları süslemiş. Geçtiğimiz günlerde o küçük zihin dünyamda canlanan kahraman Dilek Tunca’ya ulaşıp telefonda uzun uzun sohbet ettik. Tunca, her konuştuğunda o anlar canlandı gözümde. Onun o nazik ve kibar sesinden hikayesini dinledim.

BAŞHEMŞİREDEN BEYAZ ÖNLÜĞÜNÜ ÖDÜNÇ ALDIK

Subay bir baba ve terzi bir annenin tek çocuğu olan Dilek Tunca, Ankara Koleji’nde okumuş. Daha sonra çalışma hayatına başlayan Tunca, bir seyahat acentesinde çalışırken aynı zamanda ek iş olarak da fotomodellik yapıyormuş. 20’li yaşların başındayken, turizm ile ilgili çalıştığı işinden dolayı 1976 senesinin bir yaz ayında Almanya’dayken annesinin “Seni reklam ajansından aradılar, şu an Türkiye’de olmadığını söyledim. Döndüğünde mutlaka arasınlar” dediğini söylüyor. Tunca, Türkiye’ye döndükten sonra hemen ajansı aradığını söylüyor ve o günleri şu sözlerle anlatıyor: “O zamanlar şimdiki kadar çok manken yoktu, podyumlar da çok azdı. 5-10 kişiydik. Arada katalog çekimi olurdu öyle bir araya gelirdik. Bir yerlere de çıkılmıyordu ama televizyon o zaman haftanın üç günü yayın yapıyordu. Yazılı basın ve televizyonda yayınlanan deterjan reklamlarında modellik yapıyordum. Türkiye’ye döndükten sonra hemen ajansı aradım. Yurtoğlu ilaç firması, hastanelere bir sus pankartı yaptırmak istiyormuş, firma da beni seçmiş. O zamanlar şimdiki gibi kast ajansı yoktu. Zaten ayda yılda bir iki defa olurdu. Beni de sus pankartı için Yurtoğlu ilaç firması çağırdı. Daha sonra beğenilince Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nin başhemşiresinden beyaz önlüğünü ödünç aldık. Çekilen fotoğrafın bir tek hastanelere koyulacağını ve sus işareti yapmamı söylediler. Sonra tüm hastanelere o fotoğrafımı astılar hatta reçetelere küçük blognotlar yaptılar. O ilaç firması da tabii şimdi kapandı.” Tunca, çekilen fotoğrafın orijinalinin de kendisinde durduğunu ve o fotoğrafın evinin koridorunda asılı olduğunu dile getiriyor.

Modellik yaptığı zamanlarda, Ankara’da Faize Sevim’in şapka defilesi olduğunu söyleyen Tunca, “Hatta o şapkayı İran kraliçesi Farah Pehlevi’ye ben götürdüm. O zamanlar tabii o büyük ablaların yanında çocuk gibiydim” diyor.

ATATÜRK’TEN SONRA DUVARLARDA EN ÇOK KALAN FOTOĞRAF BENİM

Hastanelerde kendi fotoğrafını gördükten sonra “Ne güzel bir anım kalıyor. Sürekli hatırlanmak güzel bir şey” diyor Tunca ve ekliyor: “Mustafa Kemal Atatürk’ten sonra duvarlarda en çok kalan benim fotoğrafım olacak. Çok nadir olsa da şimdi de hâlâ var. Çünkü hemşirelerden kep kalktı, halbuki ne kadar güzel bir şeydi o. O baştaki beyaz, pırıl pırıl şapkanın üstünde bir ay. Bilmiyorum ama ben çok seviyordum. Şimdi kim hemşire, kim sekreter, kim yardımcı bilinmiyor. O kep çok güzeldi.” Tunca’nın, o sus işareti pozundan sonra aslında o dönemler hayatında hiçbir şey değişmemiş. “Ben kimseye söylemiyordum” diyen Tunca, “O zamanlar genç olunca tabii hastanelerde pek işim olmuyordu ama arkadaşlarım her gördüklerinde bana hep söylüyorlardı” diyor. Tunca’ya o fotoğraftan sonra karşılaştığı anılarını soruyorum. Tunca, “Bir kere bir doktor arkadaşımı ziyarete gittim. İlk defa o hastaneye gitmiştim. O hastanenin resepsiyonunda görevliler ‘Hoş geldiniz?, Buyrun’ dediler. Daha sonra doktor arkadaşımı sordum, yukarıda dediler. Çıktım yukarıya ‘Seni aşağıdakiler zaten tanıyor. Görmüyor musun, her bir tarafta senin resmin var. Görünce de seni tanıdılar’ dedi. Öyle oluyor hep zaten. Şimdi bile seneler geçmesine rağmen, yüzüm değişmesine rağmen yine de tanıyorlar beni. İnsanın galiba yüzünde gözleri ve bakışı değişmiyor. Yüz değişse de o aynı kalıyor. ”Bazen mesela kuaföre gidiyorum yine sorarlar. ‘Ben sizi bir yerden tanıyacağım. Hiç yabancı gelmiyorsunuz.’ Ben de arada bir söylüyorum, özellikle samimi bir yer olunca söylüyorum genelde. Sonra hemen resim çektiriyorlar. Güzel ve dostça davranıyorlar. En azından bu dünyadan göçtükten sonra bir anım kalacak” diye anlatıyor.

DÜNYANIN DÖRT BİR KÖŞESİNDEN

Tunca, ülkenin dört bir köşesinde duvarları süsleyen o fotoğrafıyla seneler önce Almanya’da bir diş sağlığı merkezinde karşılaşmış. Tunca, Almanya’da diş sağlığı merkezinde karşılaştığı o günü şu sözlerle anlatıyor: “Seneler önce Almanya’da dişim ağrıdı. Dişçiye gittim. Klinikten içeri girdim. Bir baktım karşımda benim resmim. Ondan sonra çok şaşırdım. Bir de baktım dişçim Türk. Dedim ki ‘Bu resmi nereden buldunuz?’ Doktor da ‘Yoksa bu siz misiniz, kardeşi misiniz?’ dedi. Çok şaşırdı. ‘Benim’ dedim. ‘Ben sizi çok seviyorum. Onun için Türkiye’den getirdim buraya.’” Tunca, aynı zamanda bir arkadaşının İtalya’da fotoğrafını gördüğünü de sözlerine ekliyor.

BENİ KAN TUTUYOR

Hepimizin hemşire olarak bildiği Dilek Tunca’nın hikayesinden de öğrendiğimiz üzere kendisi aslında ek iş olarak fotomodellik yapıyormuş. Herkesin hemşire olarak bildiği Dilek Tunca’ya “Hemşire olmayı hiç düşündünüz mü?” diye soruyorum. Tunca, “Ben kan bile göremem. Kan tutuyor beni. Son zamanlarda ağrılarım ve sızılarım olunca hastaneye gitmeye başladım. Hatta kanım alınırken kafamı çeviririm. Kan alınırken kan ter içinde kalırım” cevabını veriyor.

Modellikten konfeksiyona

“Benim aklım hiç modellikte değildi, seyahat acentesinde olduğum için işimde gücümde nereye tur yapsam onları düşünüyordum” ifadelerini kullanan Tunca, daha sonra konfeksiyona başlamış. Tunca, “Modellik yaparken bir konfeksiyon firmasına fikir veriyordum. Şunu şöyle yapın, şu model güzel şeklinde. Alıyorum, giydiriyorum onlara. Onlar da bana dediler ki: ‘Madem bu kadar meraklısın. Niye konfeksiyona başlamıyorsun?’ Hakikaten yaptığım modellerde tutuluyor. Ben de o zaman Osmanbey’de konfeksiyona başlayınca mecburen modelliği bıraktım. Sonra arkadaşlarım benim modellerimi giymeye başladı. 1980’li seneler. Modeller yavaş yavaş yeni başladı. Onlar benim defilelerim de mankenlik yaptılar. Çok güzel işler yaptım. Osmanbey’de toptanım vardı. Aynı zamanda da perakende dükkanım vardı yanında. İhracat bile yaptım. Edirne’den Ardahan’a derler ya bütün büyük mağazalara mal veriyordum. Osmanbey piyasası beni bilir zaten. Birçok sanatçı da arkadaşımdır. Hülya Avşar ve annesi, Nükhet Duru ve annesi de benden alırdı. Seçil Heper’e ve ablasına çok kıyafet diktim” şeklinde konfeksiyon işine nasıl başladığını anlatıyor.

Hâlâ modaya düşkünüm

İngilizce, Fransızca ve Farsça olmak üzere üç farklı dil bilen Tunca, senelerce İstanbul’da yaşamış, çalışmış ve daha sonra altı yıl boyunca Bodrum’da yaşamış. Şimdiyse kedisi Pati ile birlikte İzmir’de yaşayan Tunca, geçmişi özlediğini söylüyor ve ekliyor: “Şu an rahatsızlığımdan ötürü pek bir şey yapamıyorum ama daha önceleri kendi kendime el işleri yapıyordum. Bijuteri şeklinde bileklikler, kolyeler vs. Geçmişimi özlüyorum. O çalışma hayatımı özlüyorum. Gece yarısı aklıma bir model gelirdi. Kalkardım mankenin üstüne kumaşları iğnelerdim. Daha sonra sabah usta geldiği zaman ‘Şunu kes yap bakalım nasıl olacak?’ derdi. Ardından ‘Gece mi bunu yaptınız?’ diye sorardı. Hâlâ da modaya çok düşkünüm. Konfeksiyon yaptığım zamanı özlüyorum.”

KAYNAK