Son dönemdeki en büyük tartışma konularında bir tanesi dış borç artışı ile Merkez Bankası rezervlerinin erimesi arasındaki matematiksel ilişkinin gözardı edilip edilmediğidir. Merkez Bankası rezervleri brüt döviz rezervleri ile altın rezervlerinin toplamıdır ama bu rezervlerin tamamı Merkez bankasına ait değildir.
Bunların bir kısmı bankaların Merkez Bankası rezervlerinde bulundurmak zorunda olduğu karşılıklardan meydana gelir. Bu sebeple Merkez bankasında karşılıklar için tutulan miktarlar düşüldükten sonra NET DÖVİZ rezervini hesaplayabiliz, yani vadesi geldiğinde bankalara geri gönderilmek zorunda olan ciddi tutardaki rezervlerden bahsetmekteyiz. Eylül ayı verileri resmi olarak verildiği için aşağıdaki tabloda karşılaştırmalı olarak TCMB rezervlerinin son durumunu görebilirsiniz.
Bu veri TCMB resmi sitesinden alınmıştır. Rezervlerimizin karşılaştırmalı olarak düştüğünü görmek ciddi düşünülmesi gereken bir unsurdur.
Merkez Bankası rezervlerini özetle ele aldıktan sonra, döviz kuru hedefi, dış borç ve enflasyon ilişkisini de ele almamızın önemli olduğunu düşünüyorum. Bir süredir kamuoyunda döviz kuru üzerinden tartışma yaşanırken, döviz kurunun yabancı cinsten para olduğu için ülkemizin makro ekonomik dinamikleri ile ilişkili olmadığını belirten açıklamaları izlemekteyiz.
Öncelikle Dolar/TL ilişkisine 1 Ocak 2020 - 30 Ekim 2020 tarihleri arasında kur farkı açısından bakalım. 1 Ocak 2020 de Dolar/TL kuru 5.95 iken 30 Ekim 2020’de 8.35’e geldi, yani 2020’nin ilk 10 aylık döneminde yaklaşık yüzde 40 oranında resmi paramız dolar karşısında eridi. Ekonomi programları yapılırken kur tahmini en temel göstergelerden birisidir.
Enflasyon ve büyüme tahmini gibi göstergeler kur tahminleriyle şekillenir. Örneğin 2020 yılının başında Türkiye’nin toplam dış borcu 438 milyar dolardı. 1 Ocak 2020 dolar kurunu 5.95 TL ile çarparsak 2.6 trilyon TL olarak görürüz. Bugünkü dış borcumuz 421 milyar dolar, bugünkü kurla çarparsak 3.5 Trilyon TL.
Dış borcumuz 17 milyar dolar azalırken 900 milyar TL artmıştır, yada dolar olarak yüzde 4 azalan borç, TL olarak yüzde 35 artmıştır.
Şirketler açısından baktığımızda ise dolar kurundaki artış oranı yüzde 40’ı göz önüne alarak dövizle borçlanan ya da ithalat yapan şirketin Türkiye’de gelirleri TL olarak bu oranın altında artması şirketin yaşam ekosisteminin gitgide azalması anlamına gelmektedir.
Bu noktada Merkez Bankası’nın kur politikamız yok diye açıklama yapması çok mantıklı değildir. Merkez Bankası’nın en temel argümanlarından biri olan ‘’fiyat istikrarı’’ için kurlardaki bu artış ile çelişkili bir noktadır. Diğer kritik unsur ise faiz. Gerçekten arttırılsa bir dert artırılmasa bambaşka bir dert. İktisat teorisine göre artan döviz karşısında, yerel para birimini cazip hale getirmenin en önemli unsurlarından bir tanesi faiz artışıdır.
Bu noktada da faizin dolaylı mı dolaysız mı arttırıldığına dair tartışmalarda başka bir konu olarak önümüze çıkmaktadır.
Burada kalıcı ve dengeli döviz kuru için sağlam istikrar programlarının sekteye uğramadan istikrarlı şekilde uygulanmasıdır.
Devlet eliyle yatırım teşviklerinin geleceği düşünerek yapılması çok önemlidir. İnşaat yatırımlarını çoklayarak geleceğimize ufuk çizemeyiz, tarım ve teknoloji yatırımları ile liyakatli istihdamı hayata geçirirsek hiçbir ülkenin döviz ataklarının bizi etkileme şansı yoktur. Merkez Bankası ve kamu bankalarını yönlendiren hükümet faiz artışı yapmıyor ama kuru denetleyebilmek adına piyasaya milyarlarca dolarlık satış yaptı.
Amaç piyasada doları arttırarak kuru düşürmeye çalıştılar. Kur düşmedi çünkü bu süreçte dış politikada riskler, siyasal sorunlar arttığı için dolar arzının artması kuru olumlu etki yapamadı. İktisat teorisi noktasında yapılması gereken faizi arttırmaktı ama faiz asla artmayacak baskısıyla o da yapılamadı.
Tam bu noktada rekabetçi kur teorisi gündeme geldi, TL’nin değeri düştüğü için ihracatın daha da artması için daha sıkı bir çalışma programının yapılmasının gerekliliği vurgulandı. Bu mantık noktasında tamamen doğru bir yaklaşımdır ama dünya ekonomik konjontörünü de göz önüne almak zorundayız.
Covid-19 ile daralan ekonomilerde bizim ihracat yaptığımız ürünlere talebin artmış olması gerekir. Aksi takdirde dış talep artmaz ise rekabetçi kur teorisi de fiili noktada çalışmamaya başlar. Özetle tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişte oldukça gerilerde kalan ülkemizin bu kur, faiz gibi sadece para hareketleri ile ülkemizin geleceğinin çalınmasına müsaade etmemenin yegane yolu çağı yakalamaktan geçiyor. Çağımız dijitalleşme çağıdır, buna yatırım yapma zorunluluğumuz vardır.
Böyle bir ortamın yeni buluşlara açık olduğunu göz önüne alarak yüksek katma değerli eğitimleri artırmalıyız. Okullarımızın bilim ve teknolojiye bağlı yeniden yapılandırılması şart. İlkokuldan başlayarak çağdaş dijital altyapılı bilimi merkeze alıp yatırım yapmak zorundayız.
İnşaattan kısılır ama çağdaş bilimden kısılmaz.
Tabi ki bu noktanın temeli topyekün yeni bir dijital altyapı sistemine geçmektir, bu yatırım ülkemizin gelecek 50 yılı için önemlidir.
Ülkemizde sorgulayan, analiz yapan, uluslararası manada rekabet eden öğrenci profili esas almadıkça ve işin merkezine bu manifesto koyulmadıkça değişime asla ayak uyduramayız. Vasatlık ve sığlık bu yeni dijitalleşme döneminin en büyük düşmanıdır. Uyanık olmak, hamasetten uzak durmak ve bu çağı ıskalamamak zorundayız.
Güzel bir ay olması dileklerimle.